(Bu yaziyi 2011 Eylül ayinda yazmistim; bazi detaylari, mesela anlattigim sehirlerarasi otobüs yolculugu, sanki elli yil once yasanmis gibi. Oldugu gibi paylasiyorum.)
Matsuo Bashō, on yedinci yüzyıl Japonya’sında yaşamış bir haiku şairi. İlerleyen yaşında romatizmalı dizleriyle yürüyerek, zaman zaman ata binerek, bazen de fındık kabuğu gibi teknelerle nehir ve denizleri aşarak yaptığı binlerce kilometrelik seyahatlerden edindiği izlenimler, aralara serpiştirdiği haiku şiirleri ile beraber, Kuzeye Giden İnce Yol başlığı altında küçük bir kitap olarak derlenmiş. Bu kitabı 2011 yazında, belki de on iki yıllık bir aradan sonra ikinci defa okudum.
Hafifliğin tutkunu olan Calvino, Bashō’nun bu notlarını hiç okumuş mudur bilmiyorum, ama okusaydı, Bashō’nun yazılarında ve yaşayışında git gide hafifleyerek eriştiği doruklara kuşkusuz hayran olurdu.
Kendi anlattıklarına göre, Bashō’yu ilk kurtlandıran, ölümü göze alarak kendini yollara atma arzusunu ilk tetikleyen, esen rüzgar oluyor genellikle. Rüzgarın usulcacık dokunuşuyla yolculuğa karar verdikten sonra da, yanına neler alacağına değil, neleri almasa da idare edebileceğine kafa yorarak yapıyor hazırlıklarını. Yola çıkmadan önce, şair dostları iyi dileklerde bulunmak için onu ziyarete geliyor, bazen de yolculuğun ilk birkaç kilometresini beraberce kat ediyorlar. Hep birlikte, aşkla bakanı bekleyen güzelliğin düşüncesiyle, geçmişte ya da düşte kalmış yolculukların buruk tadıyla coşup, zincirleme şiirler yazıyor, Bashō’nun kanını iyice kaynatıp, ısınan hava gibi yükseklere çıkartıyorlar. Ve sonunda ihtiyar şair, altı-yedi ay boyunca yayan kat edeceği üç-dört bin kilometrelik bir yolculuğa, sırtında sadece yazı malzemeleri ve kalın pamuklu bir kimono taşıyarak başlıyor. Bazen bir de büyük hasır bir şapkası oluyor, yağmurdan korunmak için.
Bashō’nun işte böylece aştığı yollardan arıttığı izlenimler, özellikle de Batı’nın kültür ürünlerinde vazgeçilmez sayılan çatışma, sarsıntı ve değişim öğelerine alışmış okuyucular için biraz fazla sakin, hatta emekli çiftlere hitap eden tatil beldeleri gibi yavan gelebilir ilk başta. Bu satırlarda herhangi bir olay arayan okuyucunun hayal kırıklığına uğrayacağı muhakkak. Olan tek şey, Bashō’nun dingin - ama aynı zamanda esin ümidiyle tutuşan - bakışlarını etrafında gezdirip, gördüklerini sözlerle resmetmesi. Şairin konuk olduğu pireli evleri, yol arkadaşlarını, ormanların kuytusunda saklanan küçük tapınakları, Ekim ayında yükselen dolunayı ve baharda açan erik çiçeklerini anlatarak birbirini gürültüsüzce takip eden paragraflar, sanki hızlı fırça darbeleriyle yapılmış eskizler gibi. Bir o kadar mütevazı, ama bir o kadar da geniş nefes alıyor hepsi.
Aynı can dolu yalınlık izlenimini, Bashō’nun bu paragrafların arasına dizdiği haikular da veriyor: Half asleep on horseback / I saw as if in a dream / A distant moon and a line of smoke / For the morning tea. Belki kulağın, böylesine alçak sesle, sanki mırıldanır gibi konuşan sözlere alışması biraz zaman alıyor, ama sonunda algı yeterince inceldiğinde, Bashō’nun görünüşteki bu dinginliğin ötesinde okuyucuyu nasıl, atın sırtı kadar somut bir yerden alıp ayın soğuk güzelliğine taşıdığı, orada üşümeye başlayan ruhu da nasıl bir anda sabah çayı için yakılan ateşin kokusuna ulaştırdığı anlaşılabiliyor. Kaplumbağa adımlarıyla yol tepen şair, okuyucusunu dizelerinde düşünce hızıyla gezdiriyor böylece.
Haikuların, kendilerinden hiç beklenmeyen hızlarından başka bir özellikleri de, kimliği zaman ve mekanda sabitlenmiş tek bir zihne ait değilmiş gibi olmaları: Higher than the lark / I climbed into the air, / Taking breath / At the summit of a pass. Bir düzlemde, bu dizelerin on yedinci yüzyılda yaşamış Matsuo Bashō isimli bir adamın ağzından döküldüklerine kuşku yok tabii. Üstelik kendi haikularına olduğu kadar, yol arkadaşlarının kaleminden çıkma şiirlere de yer vermiş yazılarında, onların da kim oldukları belli: Sora, Sōha, Tōsei, Mangiku, Etsujin isimli, bir zamanlığına nefes alıp vermiş, sonra da yitip gitmiş gölgeler. Ama insan biraz daha dikkatli okuyunca hissediyor ki, at sırtında düşlü gözlerle günün ağarışını izleyen, dağların tepesine çıkarken kuşlarla boy ölçüşen bu “ben,” başka bir düzlemde gölgeden bile daha ince. Belirli tek bir adama ait olamayacak kadar çıplak özüne inmiş insan olmanın. Adına Bashō denmiş olması bir tesadüf dolayısıyla; ben de olabilirdim o, başka herhangi birisi de. Kelebek gibi zaten, zamanla mekanın Bashō denen kesitinden havalanmış, bu dizeleri kim okursa onun içine konuyor: Not knowing / The name of the tree, / I stood in the flood / Of its sweet smell.
Bashō’nun haikuları ilk başta, gezi notlarının aralarına süsleme olsun diye yerleştirilmiş önemsiz şiirsel kompozisyonlar olarak görülebilir; ama kısa sürede Bashō’nun kendi sözlerinden de anlaşılıyor ki, bu dizeler, şairin uzun ve tehlikeli yolculuklarının asıl amacını teşkil ediyor. Bashō, bazen yarım yıl, bazen daha da uzun süren gezilerini, Fukuura sahilinin ıssızlığında, Asumi Dağı’nın sıcağında, Yoshino’nun kiraz çiçekleri arasında saklanan ilham perisini yakalayabilmek için yapıyor. Çabalarının tamamen boşa çıktığı da oluyor, kimi zaman şiirin ince atmosferine yükselemeyecek kadar bitkin hissettiği için kendisini; kimi zaman da, karşısında durduğu güzelliğin şiddetiyle dilsiz kaldığı, heyecanını kelimelere dökemediği için.
Şairin şansının açık olduğu zamanlarda inci taneleri gibi ortaya çıkan haikularda bile, Bashō’nun ulaşamadığımız iç dünyası, su yüzeyinin altındaki buzdağı gibi kendisini hissettiriyor: Deep as the snow is, / Let me go as far as I can / Till I stumble and fall, / Viewing the white landscape. Sanki Bashō’nun şiirlerinin altında, çok derinlerde, görünmeyen başka bir şiir var; sanki asıl şiirlerini içinde yazıyor şair. Bunlar, sözle söylenmeyecek ama yine de, belki sadece bir anlığına belirip kaybolan şiirler. Rüzgar gibi, savrulan kum tanelerinin an be an çizdikleri şekiller gibi. Gelip geçiciliğin incecik güzelliğine yapılacak en büyük jest, insanın yaratıcılığını da böyle bile bile rüzgara savurması, yaratacağını rüzgarın maddesinden dokuyup sonra da dağılışını izlemesi.
Dikkatimi çeken bir başka ayrıntı, Bashō’nun bir yerlerin güzelliğini överken en çok “ıssız” ve “yalnız” sıfatlarını kullanması: Issız bir köprü, sonbaharda yalnızlığına çekilmiş bir sahil... Düşünüyorum da, Bashō gibi adamların evlerinden, yaşadıkları şehirlerden binlerce kilometre dışarı çıkarak yaptıkları şey, aslında adım adım kendi içlerine çekilmek. İşte o zaman, üzerlerinden geçtikleri ince yollar, ormanlar, pirinç tarlaları, harap balıkçı kulübeleri, doğup batışını sessizce izledikleri dolunay, bunların hepsi de “dışarıdaki” manzaralar olmayı bırakıp kendi iç organlarına, kendi ruhlarının köşe bucağına dönüşüyor; deniz, kendi damarlarında kaynayan kan...
Kitabın bir yerinde, genç balıkçı Urashima’nın Japonya’da çok iyi bilinen öyküsünü anıyor Bashō: Urashima, bir gün sahilde ağlara takılıp ölmek üzere olan bir deniz kaplumbağasını kurtarıp denize salmış. Denizlerin tanrıçası, bu temiz kalpli davranışı için Urashima’ya teşekkür etmek istemiş; genç balıkçıyı konuk etmek üzere kendi dünyasına davet etmiş. Urashima, derin sularda saklı o bambaşka alemde, tanrıçanın aşkı da dahil bin bir nimetten yararlanarak çok mutlu birkaç yıl geçirmiş. Sonunda eski köyünü özleyip de ailesinin yanına dönmek üzere izin istediğinde, tanrıça, Urashima’ya küçük bir kutu hediye etmiş. Ancak çok zorda kaldığı, çok derin bir hüzne kapıldığı zaman açmasını tembihlemiş bu kutuyu.
Urashima dalgaları yararak sahile çıktığında, bildiği o eski dünyadan geriye hiçbir iz kalmadığını anlamakta gecikmemiş; denizlerin altında geçirdiği o birkaç yıl, insanların dünyasında geçen bir asra eşitmiş meğer. Annesi, babası, kardeşleri, arkadaşları, tanıdığı ya da tanımasa da gözlerini bir kere değdirmiş, yanlarından bir kerecik geçmiş olduğu bütün insanlar çoktan ölmüş. Bu yabancı dünyada yapayalnızmış. Kalbini bıçaklayan acı, tanrıçanın armağanını hatırlamasına neden olmuş. Titreyen ellerle, belki bir teselli bulurum ümidiyle açmış kutusunu. Kapak havaya kalkar kalkmaz, genç Urashima’nın simsiyah saçları kar gibi beyazlaşmış; kavruk, kırılgan bir ihtiyarcığa dönüşmüş Urashima. Kısa bir süre sonra da eceli gelmiş ve ölmüş.
Ne tuhaf bir öykü, değil mi? Sanki tanrıça, zavallı Urashima’ya hain bir tuzak kurmuş gibi geliyor insana ilk başta; sanki sevdikleriyle geçireceği ömrü kaybetmesi yetmezmiş gibi, gençliğini de kaybetmesini, ölümle cezalandırılmasını istemiş Urashima’nın. Kimbilir hangi suçundan dolayı...
Ama Urashima’nın hiç suçu olmadığını, aksine, kendisine deniz tanrıçasının şükran ve sevgisini kazandıracak türden bir davranışı büyük bir temiz kalplilikle, hiç çıkar gütmeden sergilediğini en baştan anlatıyor ya öykü, sonunu da buna göre başka türlü yorumlamak şart oluyor. Kutudan fırlayıp bir anda Urashima’nın üzerine yığılan yılların bir armağan, hem de çok değerli bir armağan olduğunu düşünmek gerekiyor. Urashima’nın çekeceği yabancılığı önceden görebilen tanrıça, ona acılarını dindirebilmek için ihtiyarlığı ve ölümü armağan ediyor belki de. Yani bir tür çok güçlü ağrı kesici kutudan çıkan. Ama başka şekillerde de yorumlanabilir olanlar. Nasıl ki denizlerin altındaki alemde geçen zamanla, insanoğlunun zamanı uyuşmuyorsa, belki öykünün zamanıyla okuyanın zamanı da uyuşmuyordur. Bize karşı sessiz kalsa da satırlar, belki o kutuyu açtığı tek bir an içinde Urashima, yitirmiş olmaktan korktuğu tüm ömrü normal hızı içinde – ama bizim için göz açıp kapayana kadar geçen bir sürede – yaşayıp, huzurlu bir ölümün kıyısına varmıştır.
Bashō bu öyküyü, ziyaretine gittiği kardeşi ona, rahmetli annelerinden hatıra kalan bembeyaz bir saç tutamını gösterince anımsıyor. Should I hold them in my hand, / They will disappear / In the warmth of my tears, / Icy strings of frost. Daha önce de bir yerlerde okumuş olduğum bu efsanenin hafızamda yer etmesinin, beni bunca etkilemesinin nedeni nedir diye düşünüyorum. Belki Urashima’nın yalnızlığıdır; ya da su elementinin dünyasına yapılan yolculuk; kutudan çıkan beklenmedik armağan; başka türlü akan bir zamana atılan adım ve dolayısıyla, insanoğlu için akan zamana yabancılaşma. Bütün unsurları, benimki gibi zihinlerin hoşuna gidecek türden aslında. Bir de bir sessizliği, bir yavaşlığı var ki bu öykünün...
Bashō, gücünün yettiği kadar uzaklara gitmiş, ama sonunda hep evine dönmüş; Urashima, insanoğlunun gücünün yetmeyeceği uzaklara tanrıların lütfuyla ulaşmış, ama sonra geriye dönebileceği bir yer kalmamış. Yine de, onun öyküsünü hüzünlü bulmayı içim elvermiyor. Öldükten sonra, tanrıçanın ona suların altında yeniden kucak açtığına inanıyorum; yani ölümün ötesinde de olsa, onun da nostos’un, eve dönüşün mutluluğuna varıp, Odysseus’a benzer denizci kahramanların yanında yerini aldığını hayal ediyorum.
Eve dönebilmek için yapılır yolculuk demek, gidişin ve dönüşün özünü ne kadar doğru yansıtır diye düşünüyorum. Bazen yolculuğun başlangıcında, özlemle aranacak bir “ev” olmuyor bile, ama yolculuk eyleminin kendisi, dönülecek olan o evi yoktan var ediyor, insanın gözünü yalnızlıkla ve yeni dostlarla yeniden yoğurarak. Bazen de insanı tamı tamına ikiye bölüyor yolculuk etmek, gittiği yerde keşfettiği yuvayla, geride bıraktığı yuva arasında kaldığında. O zaman o iki nokta arasında ne yönde giderse gitsin, evine hem dönüyor hem de veda etmiş oluyor.
Bashō’nunki gibi bir hafifliğe gücüm yok benim – ileride bir gün olur mu, onu da bilemem. Ama yine de, beceriksizce de olsa, alt tarafı maymunluk da olsa onu biraz taklit etmek, gözlerimi dünyaya onunkiler gibi açabilmek istiyorum. Aşağıda giriştiğim Bodrum notları, bu çabanın ürünü. Yıllardır her yaz gittiğim yerde göreceklerim, sakin birkaç paragraf doldurur ancak; ama nereye varacağını, nasıl olacağını bilemediğim bu denemenin kendisi, yeni küçük bir şehri keşfetmek gibi olacak.
* * * * * * *
Alacakaranlık vakti Kavacık’taki otobüs terminalinde başımı kaldırıp baktığım bulutlar, tel tel açılmış kuş tüyleri gibi. Özellikle bir tanesi, tıpkı bir tavuskuşu kuyruğu...
Otobüslerinin gelmelerini bekleyen yolcular arasında iki kız kardeş. Seksenin üzerinde görünüyor ikisi de. Birisinin saçları koyu kumral boyalı, boyun hizasında kesilmiş. Sarkık tombul bir gıdısı, biraz da aksi tavırları var. Saks mavisi bir tişört, diz altında biten siyah bir etek ve ortopedik siyah ayakkabılar giymiş. Sırtında irice bir kambur var, yere 45°’lik bir açıyla eğik duruyor. Kız kardeşinin saçları daha açık kumral boyalı. Onun tavırları da en az diğerininki kadar aksi, o da vesveseli bir tip. Bu hanım tamamen iki büklüm kalmış, yere olan açısı tam 90°. İkisi birden, beyaz iplerle sıkı sıkı bağlanmış, bazıları da baloncuklu naylonla sarılmış büyük kutuların başında ileri geri yürüyerek, terminal görevlilerine iki koldan talimatlar yağdırıyorlar. Sonra kol kola girip ağır adımlarla ortadan kayboluyorlar...
Terminaldeki sandalye kıtlığından dolayı kalkıp yer verdiğim kadının sağ yanağında, eskiden kalma dikiş izleri var. Güldüğünde ağzındaki altın dişler parlıyor. Ona bakarken tedirgin oluyorum. Bulgar göçmeni falan olsa gerek, şivesi biraz bozuk. Annem yanımdan bir anlığına uzaklaştığında bana, “Kadın neyiniz oluyor?” diye soruyor, annem olduğunu duyunca da kaç yaşında olduğunu öğrenmek istiyor. Bu soruya cevap vermek istemiyorum; hanımların yaşlarının öyle uluorta söylenmeyeceğini, annemi kaç yaşında tahmin ediyorsa o yaşta sayabileceğini söylüyorum kadına. Cevap vermemem canını sıkıyor, “Yetmiş mi? Seksen mi?” diye ısrarla soruyor. Kadının kabalığından iyice rahatsız oluyorum. Annemin giyim tarzını çok genç bulmuş da, kendi oğlu ona bazı giysileri giydiğinde, “Bu yaşta böyle şeyler giyilir mi?!” diyormuş da, o da oğluna söylemek istiyormuş da, “Ne nineler neler giyiyorlar” diye. Annemin bu kadından içgüdüsel olarak nefret edip, ona hiç yüz vermemiş olmasına için için şükrediyorum...
Geceleyin yolda giderken, Bashō’nunkiler gibi bir gezi yazısı yazmayı bir kez daha aklımdan geçiriyorum. Tam o anda, yol kenarındaki bahçeli bir mantıcının yanındaki sera gözüme çarpıyor. Adı, “Bonsai Art”...
Susurluk’taki dinlenme tesisinde metal bir makine, göbeğindeki cam kaplı hazneye çok kalın köpüklü ayran püskürtüyor. Gri metalin soğukluğuyla, makinenin içinde bembeyaz fokurdayan ayranın soğukluğu arasındaki tezat ne hoş - birisi insanın içini ferahlatırken, diğeri üşütüyor. İri kıyım, başörtülü ve pardösülü bir kadının önünde duran ayran bardağı, küçük bir bira bardağı formunda. Üzerinden taşan kopkoyu köpük tabakası, her an çığa dönüşecek bir kar yığını gibi iyice aşağıya sarkmış...
Tombulca, altın renkli bir hilal. Uzağında da ışıl ışıl parlayan bir gezegen. Venüs’tür herhalde...
[Bu ilk notları, Bitez’deki Okaliptüs plajının sıcağında erircesine yayılıp kaldığım minderlerden yazıyorum. İşte Bashō’nun onuruna yaptığım, haiku tarzı ilk küçük şiir denemesi:
Bodrum’da mavi gökle
Tül çamların altından
Bağıran Demet Akalın’a rağmen
Esaslı bir horultu geliyor komşu minderden.]
Yol boyunca dizilmiş benzin istasyonlarının bazıları dilek ağaçları gibi süslenmiş. Büyük bayraklar, iplere sıra sıra dizili küçük üçgen bayraklar, yanıp sönen ışıklar, sarmaşık gibi dallı budaklı başka türlü ışıklar. Kimi istasyonlar da kaplumbağa gibi karanlığın kabuğuna çekilmiş, geçip gitmemizi bekliyorlar sessizce...
Zaman zaman yanımızdan akıp geride kalan, uzakken iyice uzaklaşan zifiri karanlık alanlar kanımı kaynatıyor. İçinde tek bir lambanın bile yanmadığı, geceyle bir olmuş, bilinmedik, dokunulmadık yerler...
Böylesi bir karanlıkta, otobanın aşağılarında kalmış daracık bir yolda bir kamyon, farlarıyla geceyi delerek adım adım, sanki el yordamıyla, korkarcasına ilerliyor. Sanki orada yol değil de bir hiçlik var; farların ışığı da o hiçlikten, üzerinde gidilecek bir yol dokuyor adım adım...
Dört yaşlarında, siyah pantolonlu, beyaz uzun kollu tişörtlü bir kız. Rüzgardan eğilmiş ince bir dal gibi öne doğru yatık bir çizgi çiziyor gövdesi, her an düşecekmişçesine koşarken. Babası genç ama besili bir tip, göbeği çoktan salmış aşağılara. Kızının peşinden koşup yakalıyor, elinden tutup arabaya doğru yürümeye ikna etmeye çalışıyor. Ama kızın istediği, durmadan, gidecek belli bir yeri de olmadan dümdüz ileri koşmak. Gece yolculuğuna çıkmamış olsalar, sabahın üçünde böyle karanlıkta koşmanın zevkini kim bilir ne zaman tadacaktı?
Selçuk’taki dinlenme tesisine vardığımızda gün ağarmaya başlamış bile. Karşımızdaki dağların dantelli zirvelerinin ötesinde, gök siyahtan laciverde, lacivertten gri-maviye dönmüş...
Otobüsün park ettiği yerin hemen yanında, büyükçe bir incir ağacı. Belli ki uzun zamandır hiç yağmur yağmamış buralarda; ağacın üstü koyu gri bir toz tabakasıyla kaplı. İçi ise, çoktan uyanıp ötmeye başlamış kuşlarla kaynıyor...
Umumi tuvaletin duvarları pembemsi seramiklerle kaplanmış. Ama aralara serpiştirilmiş, aynı deseni tekrar eden diğer bir tür karo dikkatimi çekiyor: Siyah saçlı, baygın bakışlı, iri göğüslü bir kadın. Askısız uzun beyaz bir elbise giymiş. Ellerini saçlarına dolamış, sütunların arasından uzanan taş döşeli bir yoldan, çıplak ayaklarıyla yumuşacık adımlarla izleyiciye doğru ilerliyor. Göğüslerinin varlığı, elbisesine özenle çizilmiş iki yarım elipsle iyice vurgulanmış. Önce, bu karoyu tasarlayan seramik ustasının hayalindeki “güzel kadın” imgesinin naifliğine gülüp geçiyorum sadece. Ama sonra düşünüyorum da, benim böyle git gide yaklaştığım yer, denizin, yıldızların, rüzgarın güzelliğiyle coşup bereketlenen, Afrodit’in, Kibele’nin, Demeter’in ve adını bilmediğim daha bir sürü tanrıça figürünün arkasında, bin bir yüzle hüküm süren tek tanrıçanın toprakları değil mi? Bu karoların böylesi bir desenle tasarlanıp döşenmesi de, benim bu klişe dilberi fark etmem de son derece yerinde olmuş o zaman...
Söke’de, bembeyaz rüzgar türbinlerinin dev peygamber böcekleri gibi sıralandıkları ovada ağaran göğün rengi pembeden, taze bahar yapraklarının yeşiline dönüyor...
Bafa Gölü’nün karşı yakasında yükselen bir tepe, yanı başında yeni doğmuş güneşin ışığında berrak, neredeyse şeffaflaşmış bir lavanta grisi. Doğanın canı sanki burada, güneşin göle yansıyan kılıcını da kullanarak, Hiroshige’nin Fuji Dağı estamplarından birisini başka bir diyarda canlandırmak istemiş. Bir de, o kılıcın biraz ötesinde, sabahın ilk ışıklarında tek başına yüzen bir karabatağın silueti. Acaba suda çıkardığı küçük şıpırtıların sesini dinliyor mudur?
Bitez’de, bir tarafında türlü renk ve boyutlarda minder, şezlong ve şemsiyelerin, öbür tarafında da sayısız dükkân, kafe ve restoranların uzandığı dar yaya yolunda, kızgın güneşin altında bulanmış gözlerimle dolanıyorum...
Bir şezlonga sırt üstü uzanmış bir kadının dizlerinin üstüne, yine sırt üstü uzanmış bir yavru kangal köpeği. Kum rengi. İnsan annesine diktiği kara gözlerindeki ifade de dahil her şeyi, pamuk gibi yumuşacık...
Bir kafenin, yolun kenarına dikili mönü tabelasındaki ilk madde dikkatimi çekiyor: “Proper Pork Sausage”...
Plajda, ablamın Porto Rico’lular dediği, parlak tonlarda küçük bikiniler giymiş, yanık tenleri, iri göğüsleri ve belirgin mide kasları ile fıstık gibi iki kız. Birisinin göbeğinin altında, düello eder gibi birbirine çevrilmiş iki tabanca dövmesi var. Arkalarındaki şezlonglarda konuşlanmış, bol kıllı iki genç adamın, çakmak alma bahanesiyle bir sohbet ortamı yaratma çabalarını, yattığımız yerden kertenkele gibi kıpırtısızca izliyoruz. Biraz daha kulak kabartınca, kızların Türk olduğunu anlıyoruz. Saat altıya doğru oğlanlar cesaretlerini iyice toplayıp konuşmaya başlıyorlar; eriyip kokmuş tereyağı gibi bir sesin, “Daha kaç gün buradasınız?” diye sorduğunu duyuyorum. Fakat belli ki durum ümitsiz, kızlar cevap vermek için dönmeye bile tenezzül etmiyorlar...
Neredeyse çıtırdayarak yanan başka bir günün ortasında, sahildeki caminin yakınlarındaki ara sokaklarda ablamın adımlarını görmeyen gözlerle takip ederken, yine ona uyarak aniden duruyorum. Belli ki bir dükkanda gözüne değişik bir nesne çarpmış ya da hisleri ona, böylesi bir nesnenin keşfedilebileceğini söylüyor. Ahu’nun gözleriyle elleri, koca bir yığın çöpün içine gizlenmiş tek bir inci tanesini bir anda bulup çıkartacak türdendir. Onun bulduklarını hemen her zaman çok beğensem de, bu keşif yeteneği bende bulunmadığından, birlikte sık sık yaptığımız dükkan gezmelerinden aynı hazzı alamam; ama genelde şikayet de etmem, gölgesi gibi takip ederim Ahu’yu sadece. Fakat bu sefer yanlarına yaklaştığımız, kuş yuvası gibi çetrefilli bükülmüş tellerden yapılma, hafifçe kaçık görünüşlü baykuş heykellerinin özel olduklarını ben de ilk bakışta fark ediyorum. Gözleri - belli ki kolay satılsınlar diye – iri cam nazar boncuklarından yapılmış. Ama böylesi bir ticari kaygıyı hissettirseler de, bu tuhaf baykuş ailesinin her bir üyesinin gövde ve bakışlarıyla ayrı ayrı tiplemeler çizmesi, bir de telin belli bükülüş açıları ve nazar boncuklarının tam olarak doğru noktaya kondurulması yoluyla elde edilen grotesk mizah havası, heykellerin bilinçli ellerin işi olduğuna işaret ediyor.
Dükkanın önündeki tezgaha çeşitli pozlarda böylece dizili ya da iplerle asılı duran baykuşlar bizi, önümüzdeki iki basamağı çıkıp içeri girmeye davet ediyorlar. İçerisi, denizden karaya vurmuş tahta parçalarından yapılma başka heykellerle dolu. Dükkanın sahibi ve tüm bu heykellerin yaratıcısı olduğunu öğrendiğimiz genç adam, bize çeşit çeşit hayvan serilerini tanıtmaya başlıyor: Mesela kedileri arasında, karnı doymuş olanı, kucağında yavrusuyla uyuyanı, Mart ayında azmış olanı var. Sonra yine baykuşlar var, insanlar, türlü balıklar, deniz kızları. Deniz kızlarından birisi deliymiş: “Deliliği ya aşkından dolayı,” diyor adam, “ya da basınçtan. Vurgun yiyip delirmiş yani.” Tıpkı dışarıdaki telden baykuşlar gibi, bu heykellerin de hep ayrı ayrı kişilikleri ve, adamın sözlerinden anladığımıza göre, ayrı ayrı öyküleri var.
Adam kuzeniyle birlikte yapıyormuş bu heykelleri. Tahtaları çoğunlukla kış aylarında, lodos fırtınası çıktığı zaman topluyorlarmış - bir Mazı koyundan, bir de, adının “Kilise Bükü”nden geldiğini açıkladığı, ama ne olduğunu hatırlayamadığım başka bir yerden. Heykelleri oluşturan parçaları bir araya getirirken, doğal formlara mümkün olduğu kadar müdahale etmemeye çalışıyorlarmış. Tahtaların kendi kendilerine aldıkları şekilleri, mesela bir kedinin kafasının yandan görünüşünü andıran bir parçayı, gövdesini andırabilecek başka bir parçayla yan yana getirip sabitledikleri zaman, kendi gözlerine görünen benzerlik başka izleyicilerin de görebileceği hale geliyor. Bunun dışında tek yaptıkları, zaten denizde çürümüş olan tahtaları, daha da fazla bozulmamaları için iyice verniklemek.
Benim gözümde heykellerin yegâne kusuru, Rorshach desenleri gibi yoruma açık bırakılmamaları. Tahtanın bir yerlerine göz, kuyruk, bıyık niyetine takılan bir boncuk, tel ya da başka bir tahta parçası, ortaya çıkan figürü tek bir forma, mesela uyuklayan bir kedi formuna, hapsediyor. Belki de o tahta, sadece ve sadece bir kedi olmak istemiyordur diye düşünüyorum. Aynı anda hem kedi, hem hamile bir kadın, hem kilise çanı, hem de ağustos böceği olabilirdi, farklı izleyicilerin gözlerinde.
Adam, satılık olmadığını söylediği bir parçayı bize, “Bu işin özünü anlatan şey işte bu,” diyerek gösteriyor: Doğa, elinde tuttuğu tahta parçasını, ağzı, gözleri, burnu ve saçlarıyla eksiksiz bir insan yüzü şeklinde oymuş, hem de dışavurumcu bir tarzda. Tahtanın profilinin de mükemmel oluşuna dikkatimizi çektikten sonra, bizi satılık olan diğer parçalara yönlendiriyor. Ne kadar yıllanmış bir satıcı olduğu her halinden belli. Satışların gayet iyi olduğunu, ama artan talebi karşılayabilmek için büyümek gibi bir niyetleri olmadığını anlatırken de, içinde gayet genişçe bir yer kaplayan kurnaz tüccarın konuştuğu anlaşılıyor. Ama sözüne “Çinli değiliz biz, çok fazla üretim yaparsak bu sefer biz bayılırız, işin tadı kaçar,” diye devam ettiğinde, sanatçı yanının da tesadüfi olmadığından bir kere daha emin oluyorum.
Abartılı, biraz delice bir gülüşü var adamın. HAHhaa! Siyah saçları herhangi bir model kaygısı olmadan öylece kısa kesilmiş, sakalı hafifçe kırlaşmış, ama kahverengi gözleri genç ve zeki bakıyor. İnce gövdesi kömür gibi kararmış güneşten. Dükkanında yalınayak, üstünde sadece solmuş yeşil bir bermudayla dolaşıyor. Bir yandan bize laf yetiştirirken, bir yandan da, herhalde komşu dükkanların birinden gelen bir kadınla sohbet ediyor. Yanlış anlamadıysam kadın, adamın sevgilisiyle olan işlerinin nasıl gittiğini soruyor. Adam, Tarzan ve Jane’li bir anekdotla, biraz da deli gülüşünü kullanarak cevap veriyor: “Tarzan demiş ki, bak Jane, bir sarmaşığı henüz bırakmadan diğerine tutunacaksın. İşte manitaları da öyle değiştirmek lazım, HAHhaaa! Yok, yok tabii, bizim gayet iyi gidiyor işler...”
Çıkmamıza yakın, “Bu dükkanın en güzel özelliği nedir, biliyor musunuz?” diye soruyor bize. “Buradan çıkınca insanlar, deniz kenarında gördükleri bütün tahtaları, taşları bir şeylere benzetmeye çalışırlar.” Kendini tutamıyor sonra, piç tarafı bir kere daha ortaya çıkıyor; koşarak ona gelip, hafifçe kıvrımlı herhangi bir tahta parçasını göstererek “Nasıl!? Yılana benziyo di mi?” diye heyecanla soran, yani hayal ve benzetme güçleri ancak o kadarına yeten insanların çokluğundan bahsediyor. Yine de, bu “en güzel özelliği” dükkana her gelen müşteriye etkileyici bir sonsöz olarak tekrarladığından şüphelensem de, bana Walter Benjamin’in taklit yeteneği konusundaki o çok sevdiğim yazısını bu kadar hatırlatan bir şey söylemiş olmasına seviniyorum.
Benjamin, taklit yeteneğinin aslen doğada bulunduğunu, insanın kendi taklit yeteneğini, doğanın yeteneğini gözlemleyip yoğunlaştırarak elde ettiğini anlatır. Kuşların uçuşları, alevler, dalgalar, yıldızlar hep birbirini taklit eder, insan da bu benzerlikleri okuyarak evreni zaman ve mekan kısıtlaması olmaksızın, yani erişilmeyen uzaklıkları, geçmişi ve geleceği de içine alarak, kehanet yoluyla algılamayı öğrenmiştir. Bu noktadan da tahmin edileceği gibi, benzerliklerin algılanması da, yaratılması da, gerçek anlamda büyülü bir gücü açığa çıkarır. Bunlar şimdilerde unutulmuş ya da yavaş yavaş yeniden keşfedilen konular, ama çocukken hepimizin oynadığı oyunlarda da aynı taklit kavramı kendini her yönüyle gösterir. Mesela ben en çok at olmayı severdim, bir de kartal ve kaplan. At gibi kişneyemezdim, ama yırtıcı kedigil ve alıcı kuş seslerim çok iyi çıkardı. Öyle zamanlarda ruhumun bir parçasının, gövdemin ve benliğimin sınırlarından dışarı gezintiye çıkmadığı ne malum? Bir de bulutları seyredip, ejderhalar, kurbağalar, mısır koçanları ve yelkenliler görme oyununu hepimiz oynamaz mıydık? Bazen dalgın dalgın göğe bakarken, hâlâ aynı oyunu oynamıyor muyuz? İşte bu adam, o bulut oyunundan kendine bir hayat kurmuş...
Bu küçük dükkanla ilgili ilk notları defterime, Okaliptüs plajında bir kere daha bitkinlikle yığıldığım minderlerde geçiriyorum. O dakikalarda kulağımda gümbürdeyen şarkılar diyor ki: “Burrrcu-burcu ... olamam ki taburrrrcu ... Senin kaa-li-bin taş ... Best form of a woman that I’ve ever seen in a long time...” Özellikle sonuncu hiphop şarkısından sızan derin romantizm, düşüncelere dalmama neden oluyor. Gündüz plajlarda, geceleyin de barlarda böylece yılmadan gümbürdeyen bu müziğin canlı olan tek yanı, ritmi. O ritim de doğrudan seksle ilgili. Kalp atışları gibi, seksin ritmini taşıyor şarkıların hepsi de. Ama bu seks unsurunu, ticaretin kendini daha da besleyip şişirebilmek için sokağa saldığı yozluk falan diye küçümseyip bir kenara atmak, işin fazlaca kolayına kaçmak gibi oluyor.
İçimize istesek de istemesek de zorla dolan, midemizde, ciğerimizde ağrı gibi zonklayan, en zor etki altında kalan insanı bile yavaş yavaş seksin av ve avcı hallerine taşıyan bu müziğin de bir ruhu var. Ya çok sığ ya da o sığlığın içinde çok derin bir ruh. Bu hızlanmış kalp atışları, bu açlık, bu güzel olan her şeyi – kadın, erkek, deniz, kum – neredeye ısırarak yiyip tüketme arzusu ve dolayısıyla Bodrum’da git gide kemikleşen bu zenginlik, güzellik ve sellülitsiz bacak hiyerarşisi, yine de nefes alan bir iki kelime söylüyor olabilir bize. Belki de kulağımıza kedi gibi gizlice süzülen başka bir şarkı var burada. Zamanın içindeki, bedenlerimizin içindeki kırılganlığımız hakkında. Yüzeysel mi buradan sızan zevkler? Yüzeyselliğin küçük bir mabedi var burada belki de. Yüzeysel ve gelip geçici olan, ama yine de bir anlığına da olsa, üşümüş, yaşlılık ve ölümden korkmuş kalplerimizi ısıtabilen zevkler. Bunların da çok büyük değil mi değeri?
Hey! Hey! Hey! Gümbet’teki kafe ve barlarda dörtlü-beşli gruplar halinde yan yana dizilip dans eden animatörler, yüreklerimize her yıl olduğu gibi dehşet saçmaya devam ediyor. Artık ne zaman bir el çırpma sesi duysam, korku dolu gözlerle etrafı kolaçan edip, yakınlarımda meşin gibi kapkara, dövmeli, dar ve oyuk atletli, saçları yolda ezilmiş kirpi modeli bir animatör olup olmadığını tespit etmeye çalışıyorum. Herhalde tatillerini Gümbet’te geçiren tüm yabancı turistler, biz Türklerin barlarımızda bu animatörler olmadan eğlenemediğimizi ve tabii, biraz da geri kalmış bir ülke olduğumuz için, “Macarena” ve hatta “Life Is Life” gibi şarkıları daha yeni keşfetmiş olduğumuzu zannediyorlardır. Geceleyin Gümbet sokaklarında yürümek, zaman tünelinden otuz yıl öncesine dönmek gibi. Hey! Şak! Hey!
İskele Meydanı’ndaki bir kafeden, kalabalığın tüm gürültüsünü bastıran bir canlı müzik sesi yükseliyor; müzik canlı, ama söyleyenin sesi ölgün, şarkısı da çirkin mi çirkin. Ya yeteneksizliğinden dolayı hayatından tamamen bezmiş ya da şuursuzluğu sayesinde halinden gayet memnun olduğunu hayal ettiğim bu müzisyenin yüzü de, öyküsü de bilinmez kalacak benim için...
Ahu’yla, minibüs terminaline giden ana caddede yavaş yavaş yürüyoruz geceleyin. İki ayrı dükkanda, sanki özel olarak tuhaf ve ürkünç olsunlar, ne bileyim, müşterileri hırsızlık falan yapmaktan caydırsınlar diye yapılmış gibi görünen iki çocuk vitrin mankeniyle karşılaşıyoruz. İkisi de sanki tinerle iyice kafalarını bulmuş, giysilerinin kollarında gizledikleri şişlerle birilerine dalmak üzereler, eğlence olsun diye...
Bizim mahallenin kuşlarını bahçeden izliyorum: Puhu kuşu gibi öten bir kumru, çatının köşesine konmuş, çağrısına gelecek cevabı bekliyor pür dikkat. Kırlangıçlar akşam rüzgarında uçuş akrobatlığına soyunmuş. Tanımadığım, güvercinden irice bir başka kuşun ötüşü, arsız veletlerin bir şeyler için tuttururken çıkardıkları seslere benziyor. Ve her zamanki serçe çeteleri, işleri başlarından aşkınmış gibi tiz cıvıltılar kopararak, eflatun bir begonvil çağlayanından fırlayıp, yelpazeleri dalgaların sesini taklit eden bir palmiyenin tepesine üşüşüyorlar...
Karşımda yumuşak gri bedenler gibi uzanan tepelerin üstünde önce tek bir damlası beliren, sonra da hızla yayılan altın pınar, yeni doğan güneş...
Güneş azıcık yükseldikten, o tepelerin ardından kendini yarı yarıya gösterdikten sonra, o ana kadar sanki bir şeyleri beklercesine durgun olan hava aniden kıpırdanıyor; palmiyeleri, muz ağaçlarını, akasyaları ve topaç gibi budanmış çamları birdenbire okşayan bir rüzgar esiyor. Sanki güneş onlara, geldim işte der gibi. Ya da bitkilerin kendisi, günün bir kere daha doğmuş olmasına sevindiklerinden coşmuşlar, güneşi yerlerinde dans ederek selamlıyorlar. Gözlerimi yumup, taze sabah ışığında yıkanıyorum...
Gün boyunca rüzgarla dökülüp verandayı kaplayan fildişi rengi palmiye çiçeklerinin her sabah süpürülmesi gerekiyor. Çöp diye süpürüp attığım çiçeklerin çürümüş, tatlı parfümüyle çakır keyif başlıyorum her güne...
Henüz sabahın yedisi bile olsa, Aktur Simitçisi’nde büyük bir faaliyet var. Fırından yeni çıkmış tepsiler dolusu simit, etrafa davetkâr kokular saçıyor. Tahinli çörekler, ayçörekleri, dereotlu ve peynirli küçük üçgen poğaçalar, portakallı ve hindistan cevizli kurabiyeler... Motosikletleriyle gelen şortlu, kısa kollu gömlekli, pörtlek göbekli adamlar bir yandan; röfleli saçlı, gözlüklü, tişörtlerinin altından bikinilerinin askıları görünen asabî tipli kadınlar diğer yandan, naylon torbalara onar – yirmişer tane kaynar simit doldurup, evlerindeki kahvaltı sofralarına koşturuyorlar...
Bir seyyar satıcının arabasının üstünde, sattığı ürünü yabancı turistlere anlatmak için sarf ettiği çabanın izleri: “Tantunî Dürüm. One Wrap with Tiny Pieces of Beef.”
Liman Köftecisi’nde ve bu aralar rağbet gören diğer restoranlarda yer bulamayanlar, otobüs bekler gibi sıraya dizilip yemek yiyenleri izleyerek, bu şanslı kişilerin duyarlılık düzeylerine göre değişen şiddette psikolojik baskı uyguluyorlar...
Limanda demirli yatların önlerinden, Türkçe başlayıp, yoldan geçenlerin yabancı turist olduklarına karar verildiğinde “dis boğt tiriiip” diye İngilizce devam eden, ses duvarını delecek kadar hızlı telaffuz edilen gezi davetleri yükseliyor...
Yarı şeffaf, sedefli deniz kabuklarından yapılmış rüzgar çanlarının sesleri hem tatlı, hem de tedirginlik verici biraz. Kırılıp dökülen cam parçalarının – sönmüş kalplerin? hayal edeni bile kandıramayan hayallerin? - sesini anımsatıyor...
Borusan Quartet’in, Bodrum Karnavalı’nın ilk gününde Kale’de verdiği konserin sonunda, bu genç arkadaşların başarılı performansını çok beğenen izleyiciler, onları şiddetli alkışlarla uğurlamayı yeterli görmüyor, içlerine sindiremiyorlar; mikrofonla müzisyenleri tebrik eden karnaval organizatörünün de teşvikiyle, çocuklardan tekrar sahneye gelmelerini istiyorlar. Klasik müzik konserlerinde pek görülmeyen bu bis adetiyle neye uğradıklarını şaşıran müzisyenler, biraz tereddütlü adımlarla tekrar sandalyelerine dönüyorlar. Quartetin birinci kemanını çalan ve konser boyunca izleyicilere hitap etmiş olan Esen Kıvrak’ın zekasının niteliği, işte o anda kendini belli ediyor: “Biz pek çok açık hava konserine katıldık, ama sizin gibi bir izleyiciye hiç rastlamadık,” diyor çocuk. İzleyiciler iltifat olarak kabul ettikleri bu sözlere, daha da coşkulu bir alkışla cevap veriyor. Artık kendisinin ve arkadaşlarının kaderine razı olan Esen, “Peki neyi tekrar çalalım?” diye soruyor. Kimi kişiler “Eski İstanbul!” diye bağırırlarken, kimileri de “Yok, yok! Değişik bi şey çalın!” diye istekte bulunuyor. Sanki karşılarında bir yaylı çalgı quarteti değil de fasıl ekibi duruyor; darbukacı da, peçetelerin üstüne yazılan istek parçalarını okuyup içlerinden bir tanesini seçiyor: “Evet, şimdiki parçamız da Saffet Bey için geliyo: Tartini’den Şeytanın Sonatıııı...”
Şöyle bir sahne olsa: Bir anne ve kızı. Kız, evlerinin verandasında geniş beyaz minderli bir koltukta oturmuş. Annesi yavaşça kızın yanından uzaklaşıp, bahçenin ucundaki sarı bir plastik sandalyeye oturuyor. Sırtı kızına, yüzü ise, karşıda görünen adanın süt beyaz siluetine doğru uzanan, yelkenlilerle benek benek koyu mavi denize dönük. Sigarasını tüttürüyor, yüzü hiç görünmüyor. Acaba aklından neler geçiyor? Sanki kızıyla kendisi arasındaki küçücük – en fazla 5-6 metrelik mesafe – aynı zamanda aşılamayacak zamanın mesafesi. Sanki iki ayrı kadın değil de tek bir kadın onlar, hayatlarının farklı dönemlerindeki halleriyle. Ama bu durumu fark edemiyorlar, çünkü algıları, içinde bulundukları zaman kesitine hapsolmuş...
Sabahları gelip kapımızdan çöpü alan, akşamları da sitede bahçeleri sulayan Hüseyin’in, biraz alışılmadık bir hobisi var. Memleketi, Maraş’ın Göksun köyüymüş. Oradaki tüm boş zamanlarını define avcılığı ile geçirirmiş. Bir sabah turuncu not defterimle kalemimi çıkarıp, “Nasıl yani?” diye soruyorum, kendisine gösterilen ilgiden memnun, biraz da kızararak anlatmaya koyuluyor. Kullandığı metal detektörü amcasınınmış. Tabii define avcılığı yasak olduğundan, arkadaşlarıyla kurduğu ekip geceleri çıkıyormuş aramaya. Serbest oldukları bütün geceler, sabaha kadar çalışıyorlarmış. Ekipte en fazla üç-dört kişi bulunuyormuş - “Fazla ortak iyi değil,” diyor Hüseyin, işini bilir bir tavırla. Onların şansına şimdilik bir şey çıkmamış, ama Göksun yakınlarında define avcılığı yapan başka bir ekip birkaç sene önce bir Kral Mezarı bulmuş. Devlet, defineyi bulup teslim edene belli bir yüzde veriyormuş. Dönünce ekibini yine toplayacağını, yılmadan aramaya devam edeceğini anlatıyor Hüseyin, gülen gözlerle...
Bir akşam üstü girdiğim küçük havuzda suya sırt üstü uzanıp, tek bir beyaz tül parçası dışında bulutsuz olan mavi göğe açıyorum gözlerimi. Kulaklarım da suya gömülü, alnımın bir kısmı da. Alçak sesle şarkı söylemeye başlıyorum; sesim suyun içinde kulağıma biraz değişik geliyor. Bedenimin bütün ağırlığını bu ılık su taşıyor. El ve ayaklarımın hafif hareketleriyle havuzun içinde bir aşağı, bir yukarı kayarken, içinde yüzdüğüm maviyle, baktığım maviyi birbirine karıştırmaya başlıyorum. Bana öyle geliyor ki, suyun içinde bu pozisyonda yeterince uzun kalırsam, bedenimin varlığını bile unutabilirim; kanımdan, etimden, derimden adım adım çekilip, sesimin içine yerleşebilir, hayatımın geri kalanını orada sürdürebilirim. Sevgili hocalarımdan Ruggero Pierantoni bir dersinde, insan bedeninin ancak suyun içinde üç boyutlu hareket edebildiğine dikkatimizi çekmişti; ben şimdi sadece iki boyutla yetiniyormuş gibi görünsem de, kuşların hafifliğine hiç olmadığım kadar yakınım. Şöyle biraz tuhaf adetleri olan bir kırlangıç olsa, yeryüzünün karmakarışık manzarasından gözleri yorulsa da karar verse, bundan böyle hep sırt üstü uçmaya. Ben o kuş gibi seyrediyorum küçük dünyamı işte ...
Comments